“Kendi düşen ağlamaz” derler.
Sanki düşmek bir tercihmiş gibi. Hülyalıca'da tam da o görünmeyen yaralara, ağlayamayan gözlere ve duyulmayan çığlıklara ses olmak için buradayım. Çünkü bazen
kendi düşen de ağlar. O acı da dışarıdan görünmez.
Gerçek şu ki! bazen ağlayacağını bile bile düşersin. Sonunu bile bile âşık olursun. Yanacağını bile bile gidersin. Bir tarafın “dur” diye fısıldarken diğer tarafın göz göre göre laftan anlamaz.
Ve sonuç? Kırık bir kalp.
Ezilmiş bir gurur. Yıkılmış hayaller. İşte tam da burada devreye girer asıl mesele.
Kırılgan olmak zayıflık değildir. En ince porselen tabak bile binlerce derecede pişer de öyle çıkar raflara.
Bazı insanlar da öyledir. Kırılgandır ama hâlâ sağlamdır. Ağlar ama yıkılmaz. Susar ama içinde ne romanlar yazar. Asıl güç tam da budur. Kırıldığın yerden geçip, gülümsediğin yeri hâlâ hatırlayabilmek.
Düşersin evet. Ama yere değil. Gerçeğe çarparsın.
Ve o gerçek kulağına eğilip der ki: “Artık kendine yalan söylemeyi bırak. Kırıldıysan ağla. Ama ağladıysan da kalk.”
Gözyaşı temizliktir.
Arınmadır bazen içten gelen bir yeniden başlama duasıdır. Ve sonra o an gelir.
Kendini yerden toplarsın.
Üstünü başın silkersin. Aynaya bakıp şöyle dersin: “Tamam hayat.1-0 öndesin. Ama maç daha bitmedi. Bunun daha rövanşı var. ”En asil direniş, yaralıyken bile zarif kalabilmektir. Ne kimseye yıkıldığını göstermek, ne de acına sponsor aramaktır.
Kendi düşen bazen ağlar.
Ama sonra kalkar. Ve yürümeye devam eder.
Üstelik Bir daha düşeceğini bile bile. Ve işte o zaman
o meşhur söz yeniden yazılır: “Kendi düşen ağlar, güler güçlenir ve hayatın tam ortasında yara izleriyle sahne alır.” Çünkü bu hayatta en çok alkış, düşerken çığlık atanlara değil kalkarken susup yürüyenlere yakışır.