GÜNDEM

Gerçek yorumculuk

Sanatın yolunda yürüyen herkesin sesi, rengi, yorumu, nefesi kıymetlidir.

Abone Ol

Pes de değerlidir, tiz de. Ama hiç kimse, kendini ispat etmek uğruna şarkıyı şarkılıktan çıkarma hakkına sahip değildir.

Bir yorumcuyu yücelten şey yalnızca çıktığı ne en yüksek perdedir ya da en derin perdedir.

Benim derdim, tiz–pes tartışması değil ki. Bağırarak şarkı söylemeyi ustalık sanan yanlış üslup. Ruhundan kopmuş, kontrolsüz, esere değil egoya çalışan, esirin ruhundan uzaklaşmış icrayla yüksek volümlü gürültü.

"Bağırarak Şarkı Söylemek Meselesi" yazımda ifade ettiğim özellikle altını çizdiğim şey, eseri kendi bedenine uydurmaya çalışan, şarkının gömleğini üzerine geçiremeyen bir tavır.Oysa ki gerçek yorumculuk, şarkının kumaşına yakışan sesi seçebilmek, duyguyu incitmeden taşıyabilmek, tiziyle de, pesiyle de aynı rengi verebilmektir.

Sanat, cesaret meselesi olduğu kadar, saygı, ölçü, zarafet meselesidir.

Aynı şarkıyı dinlesek de hepimizin kulağı, birikimi, iç yolculuğu ayrı bir dünyadır.

Türk Sanat Müziği zaten tek renk değildir ki. Bin nefesin birleştiği koskoca bir evrendir.

Kimi sanatçı geniş oktavıyla büyüler, kimi ise bir heceyi minicik bir titreşimle söyler ama kalpleri yerinden oynatır.

Tize çıkmak ustalıksa pesin derinliğinde aynı rengi koruyabilmekse inceliktir.

İşte bu dengeyi kurabilenler, sesi bir enstrüman gibi kullananlardır.

Safiye Ayla’dan Münir Nurettin Selçuk’a, Gönül Akkor’dan Hamiyet Yüceses'e kadar usta sanatçılar, eserin ruhunu taşımanın sorumluluğunu bilirlerdi. Onlar için tiz de pes de kıymetliydi

Sesin taşıdığı terbiyeye hürmet ederlerdi. Safiye Ayla, eseri icra ederken, en tiz perdelerde bile detone olmazdı. İnsan, onu dinlerken, Kadife bir kumaşın rüzgârda süzülüşünü hissederdi. Keza Münir Nurettin Selçuk, eşlik eden sazlara olduğu kadar dinleyenin yüreğine de huzur taşıyacak kadar ölçülü ve temiz şarkı icra ederdi. Pese ve tize aynı ustalıkla hükmeder, üç oktava yaklaşan sesini abartıya kaçmadan, incelikle kullanırdı. Hem güçlüydü hem naif. Hem teknikti hem duygusal. Onlar, şarkıyı zorlamadan, şarkının açtığı yoldan, şarkının rüzgârıyla yürüyen büyük ustalardı.

Elbette herkes aynı genişlikte bir ses yelpazesine sahip olmayabilir. Ama büyük usta olmanın ölçüsü, sesin kaç oktav olduğu değildir. Sesinin sınırlarını bilip, ustalığını o sınırlarda gösterebilmektir. Tizlere çıkınca da peslerde dolaşınca da aynı duyguyu verebilmektir. İşte sanat tam burada başlar. Yorumculuk, eseri tanınmaz hâle getirmeden, kelimenin kaderini bozmadan, makamını incitmeden söyleyebilmektir. Aksi hâlde, en yüksek perde bile sadece rahatsız edici kulak tırmalayan bir gürültü olur. Duyguyu taşımak, bazen fısıltıyla bile mümkündür.

Bu yüzden Emel Sayın hâlâ assolisttir. Hâlâ dolu dolu sahnelerde şarkılar söylemektedir. Sesiyle değil, eserin ruhunu yüreklere nakşetmesiyle büyütür şarkıyı ve dinleyeni derinden etkiler.

Sonuç olarak, devir öyle bir devir ki, bağıra bağıra şarkı söyleyenler mi arasanız?

Meyanlarda yükselmeyi güçlü ses, fısıltıyla söyleyenleri yetersiz ses mi sananlar. Alkışın sesinin, şarkının kendisinden daha yüksek çıktığı tuhaf bir zaman vesselam. Sahneler adeta ses yarışmalarına dönmüş gibi.

Kim daha çok yükseliyor?

Kim daha çok sesini zorluyor?

Kim daha çok bağırıyor?

Şov hâline gelmiş yüksek volümlü söyleyişler, alkışa oynayan uzatmalar, nefesi son sınırına kadar zorlayıp

bağırarak etkili olduğunu sanan yorumlar, eserin özünü değil, kalabalığın ilgisini besliyor.

Bu gidişat ne yazık ki musikimize zarar veriyor.

Dinleyici de farkında olmadan bağıranı coşkuyla alkışlıyor, gürültüyü ödüllendiriyor, fısıltıyla söyleyeni hafife alıyor.Bu alkışlar da, solisti de şefi de aynı çıkmaza sürüklüyor.Yorumculuk ancak gönülden geldiğinde tizde de, peste de, fısıltıda da, yükselişte de duyguya hitap edip, dengeyi koruyarak eseri icra edebilmektir. Sesini tanıyan, ölçüsünü bilen, eserin ruhuna sadık kalan her yorumcu değerlidir.

Sizce bağırarak duyulmak mı marifet?

Yoksa kalpten kalbe dokunmak mı?

Şarkıyı gerçekten dinliyor muyuz?

Yoksa yalnızca gürültüyü mü alkışlıyoruz?